Mario Vargas Llosa: Edebiyat Bir Protestodur… – Karaköy Mono

“YAŞAM HİÇBİR ZAMAN EDEBİYAT KADAR KUSURSUZ DEĞİLDİR.”

 

İnsanoğlu hayatta maruz kaldığı eylemlerin bıraktığı izlerle büyüyor ve zaman içinde olgunlaşan bir ruha dönüşüyor. Mario Vargas içinde aynı durum geçerliydi. Annesi 19 yaşındayken Llosa’ya hamile kaldığında babası, hamileliği boyunca ailesinin evinde daha rahat edeceğini söyleyerek annesini köyüne yollar ve bir daha da hiç aramaz. Llosa 10 yaşındayken annesi bir gün tesadüfen Lima’da babası Ernesto ile karşılaşır ve Mario Vargas’a aslında babasının ölmediğini söyleyerek onları bir araya getirir. Takvimler 1947’yi gösteriyorken annesi ve babası yeniden bir araya gelerek evlilik kararı alırlar. Fakat hayatları daha da çıkmaza sürüklenir. Babası, annesini sürekli hakaretler eşliğinde döverek aşağılamaya başlar. Llosa maruz kaldığı bu travma karşısında babasına sürekli kendisini affetmesi için yalvardığından bahsederken, ‘’Kendimi bu şekilde küçük düşürüyordum,’’ sözleriyle de yaşadığı duyguların trajikliğini aktarır. 

”Herhalde hanımefendi, kadın olduğunuz için erkeklerin ihtiyaçlarından bihabersiniz. Siz kadınlar tek bir kocayla mutlu olursunuz. Yeter de artar bile. Oysa bizler için tüm ömrü tek bir kadınla geçirmek sıkıcıdır. Fark etmemiş olabilirsiniz ama siz kadınlar ve biz erkekler çok farklıyız. İncil’den beri bu böyle.’’

Tek bir kadının bir erkeğin hayatında yeterli olmayacağını savunan Llosa, ilk evliliğini kendisinden 14 yaş büyük dul teyzesi ile yapmıştır. Bu olay gerçekleşirken henüz annesinin ona hamile kaldığı yaşta, 19 yaşındadır. Sekiz yıl süren evlilikten sonra, kuzeni Patricia ile evlenerek 3 çocuk sahibi olmuştur. En uzun evliliğini kuzeni ile sürdüren Llosa,  şarkıcı Enrique Iglesias’ın annesi Preysler ile tanışınca eşi Patricia’ya; “Benden bu kadar. Mutluluğun ne olduğunu şimdi anladım. Fazla vaktim kalmadı,” diyerek Isabel Preysler’le birlikte olmak için evliliğini bitirir.

 ‘’Dalkavukluktan sakınınız, çünkü o insanı boş kaşıkla besler.”

‘El Pais’ gazetesinde köşe yazarlığı yapan Mario Vargas, siyasetin edebiyatın bir parçası olması gerektiğini savunur fakat yine de siyasetin, yazı yazarken ikinci plana düştüğü vurgusuyla, “Ben öncelikle bir yazarım. Eğer hatırlanacaksam yazılarımla, yarattıklarımla anılmak isterim. Buna karşılık ben aynı zamanda bir vatandaşım. Siyasetle ilgili görüşlerim var. Bu da sadece yazarların değil herkesin taşıyacağı ahlâki bir sorumluluktur,” sözleriyle konu ile ilgili görüşlerini belirtir. 

Yüksek enflasyonun getirileri ve gerillalar ile mücadele eden Peru’da Llosa, merkez sağın altında devlet başkanlığına aday olup “serbest piyasa”yı destekleyen ekonomik vaatlerde bulunur. Fakat seçimi Alberto Fujimori’ye karşı kaybederek, İspanya vatandaşlığına geçer ve bu olay üzerine birçok Peru’luyu hayal kırıklığına uğratır.

Büyülü gerçekçilik akımının temsilcilerinden olan Marquez ile aralarındaki derin dostluğun bozulmasının altında yatan sebebin, Gabriel Garcia Marquez’in sosyalizme verdiği değer nedeniyle olduğu üzerine söylemler vardır. 

“Edebiyatın insanlar arasında kurduğu kardeşlik bağı, onların diyaloğa girmelerini, ortak bir köken ve ortak bir ereğin bilincine varmalarını sağlayarak tüm zaman engellerini aşar.”

Mario Vargas Llosa yazarlığının; bulunduğu topraklardaki insanların cahilliğinden, okur sayısının azlığı sebebiyle bencilce bir lüks olup olmadığını irdelemiştir. Lakin bu durum yazma tutkusunu hiçbir zaman azaltmamış, aksine toplumun yüksek kültür seviyesi, refah ve adalete kavuşabilmesi için daima  edebiyatın gerekli olduğunu savunmuştur. Okuduğumuz kitaplardaki karakterlerle birleştirdiğimiz düşünce ve duygularımız sayesinde ilerleyişin göstergesi olan, eleştirel ruhun esamesi, insanoğlunda vücut bulmaya başlamıştır. Bu görüşlerinin üzerine ‘’Yazmak gibi okumakta, hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur,’’ sözünü söylemiştir Llosa. 

İletişimin ilk koşulunun kişinin kendini ne derece doğru ifade ettiğiyle alakalı olduğunu savunurken, okumayan ve kültürel birikime sahip olmayan toplulukların dillerini düzgün kullanamayarak, az şey söyleyen bir ‘’sağır-dilsizler toplumuna’’ evrildiklerinden bahseder. Kendilerini doğru ifade edemedikleri gibi anlamaktan da yoksundurlar ve gürültü içerisinde kalan iletişimleri beraberinde kaçınılmaz son olarak yalnızlığı getirir. Kapitalizmin güçlenip, teknolojinin gelişmesiyle birlikte maddi zenginliğin artması, insanoğlunun daha da otomatlara dönüşmesine yol açmıştır. Ekranlara gömülen kişiler ve kitapların bulunmadığı bir toplum; özgürlükten umudunu kesmiş, sibernetik dünya düzenine teslim olmuş ve ruhsuz bir dünya olmaya doğru yola çıkmıştır. Düş gücümüzün yoksullaşarak, özgürlüğümüzün güçsüzleşmesi bu ürkünç ütopyanın gerçekleşmesinin habercisi sayılabilir. Tüm bunlara karşın, bireyin ihtiyacını duyduğu şey, arkaik yanını diri tutarak, duygusal yanını hatırlayabilmektir. Bu sayede insan kalabilmek; Mario Vargas Llosa’ya göre, edebiyat sayesinde var olur. 

‘’İşte bu yüzden hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur.”